Üniversiteye başladığımda İlim Yayma Yurdu'nda
kalıyordum. 2 senem yurtta geçti. Elde bilgisayar yok, telefon dandik, kimseyi
tanımıyorum, okul-yurt arası mekik dokuyorum… Derken biri gelip "Bizim
ilahiyatçılar menzil çay ocağında takılırlar genelde, oraya git" dedi.
Yurtta kaldığım iki sene içinde menzilde çok uzun süre takıldım. Haftanın en az
5 günü orada geçerdi ki bu abartı değil. Yapacak iş de yok. Akşam 8 de olsa
gider, oturur, 217 bardak çay içer kalkardım (sonradan gördüm ki oraya giden
tek ilahiyatçı da bendim). Tabi şöyle bi şey var; ben üniversiteye geçene kadar
tarikatlar hakkında hiç pratik bilgim yoktu, tarikat mensubu biriyle tanışmamıştım,
zırcahildim bu konuda. Hatta o kadar menzil çay ocağının kimlerden olduğunu
bilmiyordum ki, beni orada sürekli görüp muhabbet eden çaycı Hasan abi "bak
burası Gavs-ı Sani hazretlerinin çay ocağıdır" diyene kadar da buranın
tarikata bağlı bi dükkân olduğundan habersizdim. Neyse, 2 sene boyunca sürekli
menzilcilerle konuştum, gencinden yaşlısına ve türlü türlü mensubuyla muhabbet
ettim. Her gün de ordayım, oraya gelenler de belli, tabi beni de sürekli
görünce "nerde okuyon, memleket nere"yle başlayan muhabbetlere dalıp
durdum. Ve tam 1 sene boyunca defalarca beni kendilerine almak istediler; "Adıyaman'a
bi git, anlatıldığı gibi olmadığını görcen" falan dediler ki Allah'ın
hakkımda yazdığı kaderdir; o dönem de kafamın en karışık olduğu dönemdi. Bi ara
kendimi çok kaptırıp "ya bu adamlar bu kadar anlatıyorlar, katılıyorlar ve
canhıraş davet ediyorlar, yoksa bunların ki doğru olmasın" diye haftalarca
düşündüm, ciddi ciddi beynimi kemirdim.
Allah'ın hakkımda yazdığı yazgıda, aynı dönem
içinde her türlü İslami anlayış, ideoloji ve İslami denilen fikirle tanıştım: İslami
felsefe, hadis inkârcılığı, bidate boğulmuş dini yaşam, selefilik,
antikapitalist İslamcılık, muhafazakârlar, Mavera Gençlik Hareketi'nin kızlı
erkekli karışık düzenlediği sonraları partilere dönüşen sohbetleri, radikallik,
edipyükselizm... Ne kadar fikir varsa hepsiyle peşpeşe yüzleştim. Bunlar
yanıltmasın; bu fikirlerin mensubu olmadım, merak sardım anlamında, sadece duydum
ve tanıdım. O ara çok araştırdım hepsini ve de asıyorum kesiyorum falan, bi de Müslümanların
öğrenci evinden çıkmışım, o lâ senin, bu tağut benim... Bi yanda din
sosyolojisinde Karl Marx ya da Muaviye'nin askerlerinin mızraklarına ayetler
yapıştırması tartışmaları; öbür yanda Nouman Ali Khan ve Edip Yüksel; diğer
yanda "Hz. Âdem’in babası var mıdır", “Diyanet hıyanet midir?”, "Daru’l
Harp’ta cumaya gitmek farz mıdır"; bunlara tarikatlar, ikiz kuleler, Suriye
direnişi, newroz kutlarken göbek atan başörtülüler, "Buhari'yi çıkaralım,
fıkhı yeniden yazalım"lar ekleninceee kafam oldu Charlie Hebdo. Yemin
ederim. Bi de ben de alevliyim böyle. Bi yanda Hasan el-Benna sohbeti
veriyorum, diğer yanda "oy kullanmak ehveni şer midir" tartışmaları, Çorum
meydanda "katil İsrail Filistin'den defol!" naraları, Facebook'ta Selahattin
Demirtaş'a lanetler falan. Yani kafam karışık, fikirlerimi de hiç oturtamamışım
ama öyle sessizce de beklemiyorum, olayların içindeyim, hep bi aksiyon. Zaten
her gün ayrı bi hoca çıkıyor; Caner Taslaman, Mehmet Okuyan, Faruk Beşer, İhsan
Şenocak, Cübbeli Ahmet, Alparslan Kuytul, Ebubekir Sifil... Daha çok var da
aklıma gelmiyor şimdi hepsi. Hepsinin ayrı sohbetleri, gündem olmalarına
müsebbib yenilikçi ya da cedele götüren fikirleri var, “Falanca hoca böyle demiş, senin
bu konu hakkındaki görüşün ne?” ile başlayan ve bittikten sonra kimseye hiçbir
yararı olmayan, sadece kimin ne kadar haksız olduğunu kendine göre mukayese
ettiğin, büyütülmüş tartışmalar... Sancaktar okuyorum tabi bi de. Seyyid Kutub
da düşmüyor ha elimden. O ara kimi abi/rehber edineceğimi de şaşırmışım. "Şia'nın
da Allah belasını versin" durumları. Twitter'da takıla takıla doğru dürüst
bilgi sahibi olmadığım El Kaide'yi de takım tutar gibi savunuyorum... Tabi hayatta
herkesin bi gayesi var, kimse "ben şeytana hizmet edicem" demez.
Savunduğu doğrusunu niye savunur, neleri sorgulamıştır, neler yaşamıştır, neden
böyle söyler; bunları da hesaba katıyorum tabi... Haliyle kafayı yedim. Çünkü –durumun
izahını mübalağasız yapmak gerekirse- zihnimi yokuş aşağı vurdura vurdura
sonunda tosladım. En nihayetinde bir müddet arayış içinde kaldım, ardından
içinde bulunduğum tüm durumları sorgulamaya başladım; "niye mezhepler var,
nerden biliyoruz doğru olduğunu bize doğru denilenlerin, Peygamberimiz'e
'efendimiz' dersek şirk olur mu, rabıta neydi, rabıta emekti"... Allah
"ipime sımsıkı sarılın" diyor, her grup "biz o ipe tutunduk, siz
gelin" diyor. Fakat hepsinin itikadi olarak ayrıldığı derin noktalar, uygulama
ve metodoloji sistemi var, hepsinin de aklının yanında sunduğu nasslar var.
Edip Yüksel de ayet gösteriyor, Bayındır da, İslamoğlu da. Hakan Albayrak da
"ben Müslümanım" diyor, Abdurrahman Dilipak da, Rıdvan Kaya da, Cihan
Aktaş da, Mehmed Göktaş da, Hamaney de, Erdoğan da, Gannuşi de, Nureddin Yıldız
da.
Doğal olarak güvensizlik oluştu; önce sadece Müslümanlara,
sonra genelinde insanlığa karşı ehemmiyetimi yitirdim. Ben de bu yoğun ve
gürültülü gündeme karşı susmayı tercih ettim. Alevli, büyük puntolu yazılar,
altı çizili iddialardan uzak durmaya karar verdim. Sadece var olanı izlemeye, eleştirmemeye
ve yorumlamamaya çalıştım. Artık fikirleri ve onların sahiplerini anlamayı
denemenin benim için faydasız olduğuna, "ne oldu da bu insan bunu düşündü"
demenin kâfi gelmediğine kanaat getirdim. Bugün görüldüğü sanılan şeyin, yarın geri
dönüşü olmayan yolda pişman olmayacakmışçasına, hata payı bırakmadan bir gazla
yorumlanmasından imtina etmeye; sadece iki hafta önce herkesi öfkelendirip sert
ve yıkıcı konuşmalar yaptıran, ahirinde herkesin çabucak unuttuğu meselede edilecek
bir lafın geri dönmesinden endişe etmeye; bir ağacın gölgesinde dinlenme
süresinde geçen dünya hayatında heveslenip konuşulanların akışına kapılmaktan
korkmaya ben sivil itaatsizlik dedim. Akıntılı suya karşı verilen mücadelede,
bir tavır haline getirdiğim sükûtu, sivil itaatsizlik ile sürdürmeye niyetliyim
(en azından şimdilik böyle düşünüyorum).
Eh yoruldum be. Anlatmaktan da, dinlemekten
de, oradan oraya savrulup “Hangisi doğru bunların ağbi” demekten de bıktım. En
çok da; en basitinden başlayıp en şaşalısına kadar giden fikirlerin; günlük
hayata uygun olmadığını veya yaşanılmadığını görmekten bıktım; hep bi idealizm,
hep bi ütopya... Ama insanlar da bıktırdı ki beni zaten. Kime güveneceğimi
bilemez hale geldim. Sevdiğim, saygı duyduğum insanların isteyerek ya da
istemeyerek uğrattığı hayal kırıklıkları da az değildi. Tabi inzivaya da
çekilmedim, dünyadan elimi eteğimi çekmeye henüz niyetim yok (tamam Karadeniz'de
yayla manzaralı, sobalı bi eve falan kaçayım diyorum ama ömrümün sonuna kadar
değil, bi 80 sene için falan). O yüzden pek konuşmuyorum artık, heyecanımı
yitirdim biraz. Sonunda geldiğim kıvam şu oldu: "Bir kadeh sessizlik
doldurdum, daldım gittim semaya / Güz geçti, bahar geçti derken bir gün daha
görsek ne âlâ"
Daha önce de dediğim gibi dün yaptığım şeyi
doğru olduğuna inanarak yaptım, bugün de yapıyor olduğum şeyi doğru olduğuna
inanarak yapıyorum.
________________________________________
Ben bu fikirler arası cereyanımı, kayboluşumu,
serüvenimi yazdım; zira fitne, soru işareti, ahkâm kesme ringi, vakit kaybetme düzeninin
varlığından herkesin haberdar olmasını, benim gibi pek çok arkadaşın düştüğü bu
dipsiz garabeti, naçizane gösterebildiğim ölçüde, görmesini istedim. Yanlış
anlaşılmanın önüne geçmek için de eklemek istiyorum: Bu yolun insanı pes
ettirecek bir yönü olduğundan bahsetmek ya da bir şeyleri kanıtlamak gibi bir hedefim
olmadığını söylemek zorundayım.
Yazının sonunda; mücadele azmimi büyük oranda
kaybettiğim ve vazgeçtiğim için beni suçlamakta haklı olmanız pek tabiidir. Ama
öyle diyordu bir mütevettir: “Uçabildiğini kimseye söyleme, öyle bir inanmazlar
ki, düşersin.” Bu minvalden baktığımızda ben uçmayı hiç denemedim. Ancak Nasreddin
Hoca misali: Oğlumla eşeğin üstüne bindim, eleştirdiler; tek başıma bindim,
eleştirdiler; yalnız oğlumu bindirdim, eleştirdiler; ikimiz de binmedik,
eleştirdiler :) Okuduğunuz için Allah razı olsun. Saygılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder